19 Mart 2013 Salı

Tümülüs Nedir?


Tümülüs  Nedir?

Bir tümülüsün tarih boyunca doğal afetler ve zaman kavramına yenik düşerek ahşap yapısının çürümesiyle oluşan tahribatın sonucu olan çöküşünü hem gerçek resimler hem de grafiklerle sergilenen gerçek bir çalışmayı aşağıda göreceksiniz.

Tümülüsün Uzaktan Görünümü


Mezar Odasının İlk Halini Anlatan Temsili Resim

Mezar Odasının Tümülüsteki Yerini Anlatan Temsili Grafik. Arkadaşlar Burada Anlamamız Gereken  Her Tümülüste Giriş veya Tünel Olmayabilir.


Tümülüsün Mezar Odasına Toprak Sızmaya Başlamıştır…



Zamanla Tümülüsteki Mezar Odası Tamamen Dolup Üst Kısımda Bir Çöküntü Oluşmuştur. Bunun Örneklerini Ülkemizdeki Tümülüslerde Fazlasıyla Görebiliriz. Bazı Bölümlerinde Çöküntüler Mevcuttur, Bunlar Hem Soygun İzleri Olabilir Hemde Oda Veya Tünelin Çöküntüsü Olabilirler.

İlk Resimdeki Tümülüsün Kazısı Sırasında Çekilen Resimlerdir. Arkeolojik Kazı Yöntemiyle Eserlere Zarar Verilmeden Çalışılmış ve Günümüz İnsanların Beğenisine Sunulmuştur.

Anadolu Höyükleri


Anadolu Höyükleri

GÖBEKLİ TEPE / URFA (Stonehenge’den görkemli, üstelik 6 bin yıl daha eski)

 Göbekli Tepe’deki megalitik düzenlemeler, taş bloklardan oluşan ve İngiltere’nin en ünlü turistik merkezlerinden biri olan Stonehenge’den çok daha anıtsal. Üstelik 6.000 yıl daha eski. Tümü gün ışığına çıkarıldığında Türkiye turizmi için büyük bir avantaja dönüşecek.

Göbekli Tepe, Urfa merkezinin 15 km kadar kuzey doğusunda, Karaharabe Köyü yakınlarında. Höyük 1963’te tespit edildi. Yerleşimin önemi ancak 1995’te başlayan kazılarla anlaşıldı. Neolitik Çağ’ın çanak-çömlek kullanılmayan Erken Dönemi’ne ait. Göbekli Tepe’de yerleşim MÖ 10.000 civarında başlamış MÖ 8.000 civarında bitmiş. Bu kadar erken çağdaki yerleşimin böylesine anıtsal mimariye sahip olması tüm araştırmacıları şaşırtıyor. Özellikle bazıları 7 metre kadar yükselen “T” biçimli taş dikmeleri ve bunların üzerindeki hayvan figürleri dikkat çekici. Tilki, yaban domuzu, boğa, yılan, kuşlar gibi değişik hayvanların kabartmasını, henüz maden kullanılmayan bir çağda bu taşlara işleyen Göbekli Tepe insanlarına hayran kalmamak mümkün değil.

 Dev taş dikmelerin 10-30 metre çapında dairesel düzenlemeler halinde yerleştirildiği, ortada da iki dikmenin bulunduğu anlaşılıyor. Şimdilik sadece dördü ortaya çıkarılan bu dairesel yapıların 20 kadar olduğu sanılıyor. Bugün sayıları 40’ı bulan taş dikmeler, kazılar tamamlandığında 200’e ulaşacak.

 Göbekli Tepe’nin 12.000 yıl önce geniş bir çevrede yaşayan avcı ve toplayıcı insan gruplarının kutsal ziyaret yeri olduğu düşünülüyor. Yapıların bazıları tavan seviyesine kadar korunabilmiş. Nedeni şaşırtıcı: Neolitik Çağ’da büyük bir ihtimalle dini törenin bir parçası olarak dini yapılar gömülüyordu. Yapılarda ve etraflarında çok sayıda heykel parçası bulunmuş. Urfa şehir merkezinde Balıklıgöl civarında bulunan ve şehir müzesinde korunan yaklaşık 1.90 metre yüksekliğindeki gözleri obsidyenden hazırlanmış (volkanik camlardan) heykel de bu kültür çevresini tanımak açısından çok önemli. Bu eser insan boyutlarındaki dünyanın en eski anıtsal heykeli kabul ediliyor. Göbekli Tepe’deki kazı ve araştırmalar sürüyor. Gelecekte adını daha sık duyacaksınız.

ARSLANTEPE / MALATYA (Dünyanın en eski sarayına ev sahipliği yapan höyük)

Anadolu’nun en önemli höyüklerinden biri. Malatya merkezi ile Eski Malatya arasında, Bahçe Köyü yakınlarında. Yerleşim, Kalkolitik Çağ’ın sonlarından Hitit Çağı’na kadar kesintisiz devam etmiş. Höyükte kazılar Geç Hitit kalıntılarını ortaya çıkarabilmek için 1932-1939 yılları arasında başladı. Heykel ve kabartmalardan oluşan önemli buluntular Ankara Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nde sergileniyor. Kazılar günümüzde de aralıklarla İtalyan arkeologlarca yürütülüyor. Ekip kazıların anlatıldığı bir de web sayfası hazırlamış.

 Höyük alanı Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın koruması altında. En dikkat çekici kalıntılar höyüğün batısındaki saray ve tapınak kompleksi. MÖ 3300 – 3000 arasında yapıldığı tahmin ediliyor. Mimarisi hem Mezopotamya hem de yerel etkiler taşıyor. Üzerleri geçici bir çatıyla örtülen bu mekánların ortasından 35 metre uzunluğunda bir yol-koridor geçiyor. Duvarların bazı bölümlerinde stilize insan yüzü resimleri günümüze kadar korunmuş. Tamamen kerpiçten inşa edilen iki tapınak mekánı ve bazı depo odaları hálá görülebiliyor. Depolarda çok sayıda mühür baskısıyla 22 parçalık arsenikli tunçtan yapılmış silah kümesi bulunmuş. Arslantepe’nin bu görkemli saray örneği MÖ 3000 yılları civarında bir daha kullanılmamak üzere yakılıp yıkılmış. Bazı araştırmacılar bu tapınak saray topluluğunu dünyanın en eski sarayı kabul ediyor. Höyükte bulunan ve MÖ 4000’e tarihlenen soylu mezarı dikkat çekici. Mezar sahibi, beraberinde gençlerle gömülmüş. Verimli bir ovada kurulan yerleşim, Doğu Anadolu’nun zengin maden yatakları sayesinde güçlenmiş. Mezopotamya’da tapınağa bağlı bir ekonomi ve sosyal düzen gelişirken, Malatya Arslantepe’de krallık sistemi gelişmiş. Hammadde kaynakları ve üretim araçları henüz merkezileşmemiş olsa da Arslantepe’deki yerleşim bölgede önemli bir merkez olmuş, çevresini siyasi ve ekonomik açıdan etkilemiş.

AŞIKLI HÖYÜK / AKSARAY (Tarihteki ilk beyin ameliyatı bu höyükte yapıldı)

 Orta Anadolu’nun en eski yerleşim yeri. Çatalhöyük’ten bile 1000 yıl daha eski. Aksaray’ın Gülağaç İlçesi, Kızılkaya Köyü yakınlarında. Aşıklı Höyük’teki kazılar, Melendiz Çayı’ndaki Mamasun Barajı’nın su seviyesinin yükseltilmesine yönelik çalışmalar kapsamında başlatıldı. 1989’dan bu yana devam ediyor. Neolitik Çağ’da, MÖ 8.500 – 7.400 arasında yerleşimin kurulduğu höyük 15 metre yükseklikte. Hasan Dağ’ın muhteşem manzarasıyla çevrili höyükte evler birbirlerine bitişik nizamda, aralarında küçük işlikler ve boşluklar bırakacak şekilde kerpiçten inşa edilmiş. Yerleşimin içindeki çakıl taşı kaplı dar bir yol var. Duvarlarında pencere ya da kapı olmayan evlere tahminen tavanlarındaki küçük bir delikten giriliyordu. Bu açıklığın altında bir ocak, duvarların önünde de toprak sekiler vardı. Bazı fertler evlerin içine, bu sekilerin altına gömülmüş. Ölüler, bebeklerin anne karnındaki pozisyonunda, yani dizleri karnına doğru çekik olarak yatırılmış. Şimdilik 65 iskelet ortaya çıkarıldı. Kafatasları incelendiğinde bir bireyin beyin ameliyatı geçirdiği ve bu işlemden sonra bir süre yaşadığı saptandı. Bu ameliyat tespit edilebilen en eski beyin ameliyatı. Aşıklı Höyük’ün bir başka özelliği tarihin ilk çevrecilerinin yaşaması. Halkı çevre kirliliğini önlemek için evlerdeki çöpleri, yerleşim dışındaki bir mekanda toplayıp yakarmış.

 Aşıklı Höyük’te yaşayanlar avcılık ve toplayıcılık yanında tarım ve hayvancılık da uğraşmış. Ancak ne yazık ki Çatalhöyük’ün tam tersine burada dini veya sembolik karakterli hiçbir buluntu ortaya çıkmadı. Bu ilginç durumun nedeni, büyük ihtimalle dinsel objelerin organik malzemeyle yapılması, zamanın yıpratıcı etkilerine dayanamaması. Kazılarda zengin mimari buluntular ortaya çıkarılmış. Ancak bu kerpiç yapılar ne yazık ki zaman içinde yok olmuş. Kazıyı yürüten İstanbul Üniversitesi, Prehistorya Bölümü’nden Doç. Dr. Mihriban Özbaşaran iki önlem geliştirmiş: Kazı alanının üzeri artık kapalı. Evlerin yerleşim alanı dışında kopyaları yapılıyor. Bu sayede höyük turizm açısından cazip hale getirilmeye çalışılıyor. Projeyi Kültür Bilincini Geliştirme Vakfı destekliyor. Ihlara Vadisi yolu üzerinde bulunan höyük, Kapadokya’nın başlangıcını göstermesi açısından çok önemli. Kazı, araştırma ve restorasyon projesi uygulamaya geçince höyük, Kapadokya turlarının önemli durağı haline gelecek.

 ÇAYÖNÜ / DİYARBAKIR (7 bin yıl önce Hint Okyanusu’ndan deniz kabuklarıyla takı ürettiler)

Çayönü yerleşimi, Diyarbakır Ergani ilçesinin 7 km batısında, Dicle’nin bir kolu yakınlarında. 1964-1991 yılları arasında kazılan bu yerleşim yerinde MÖ 10.000 ile MÖ 7.000 arasında kesintisiz yaşanmış. Çayönü’nü bu uzun süreç önemli kılıyor. Hepsi aynı doğrultuda inşa edilen evlerden önce dairesel, daha sonra dikdörtgen planlı evler bulunmuş. Evlerin bir kısmı bilinçli olarak terk edilmiş. Taş temelli kerpiç duvarlı ya da ahşap iskeletin üzerinin sıvanmasıyla duvarları hazırlanan bu konutların temelleri hálá görülebilmekte. Bir evin temelleri sökülüp Diyarbakır Arkeoloji Müzesi’ne taşınmış.

Yerleşim yerinde farklı dönemlere ait farklı plan özellikleri gösteren bazı konutların taş kaideleri restore edilerek koruma altına alınmış. Evler arasındaki 60×20 metre ölçülerindeki alan, dünyanın tespit edilebilen en eski meydanı. Zemini yanık, kerpiç ve yerinde söndürülmüş kırmızı toprakla kaplanmış. Meydanın yakınlarındaki yapılar büyük ve önemli, uzaktakiler ise küçük ve özensiz yapılmış. Yerleşimdeki konut ve işliklerin bulunduğu alanlar birbirinden ayrılmış. Bu kadar erken bir dönemde sosyal sınıfların bu kadar belirgin fark edilmesi şaşırtıcı. Dini bir ritüel için yapıldığı anlaşılan bir yapıya 400 kişinin kemikleri yerleştirilmiş. Kafataslarının bazılarının üzeri özenle sıvanmış. Bu uygulamaya Akdeniz ve Anadolu’nun değişik yerlerinde rastlıyoruz. Arkeologların “Kafataslı yapı” adını taktığı tapınak, tarih boyunca yenilenmiş. Göbekli Tepe, Nevali Çori gibi yerleşimlerde görülen tapınakların öncülerinden. Kazılardaki bulgulara bakılırsa, Çayönü o çağda geniş bataklıklarla çevriliydi. Bitki ve hayvan çeşitliliği açısından bölge çok zengindi.

 Çayönü’nde yaşayanlar geniş bir alanda avcılık ve toplayıcılık yapıyordu. Aynı zamanda ticari ilişkiler yürütüyordu. Örneğin obsidyen 150 km uzaklıktaki Bingöl yataklarından getiriliyordu. Mezarlarda bulunan deniz kabuklarının bazılarının Akdeniz ve Hint Okyanusu kökenli olduğu anlaşıldı. Yine bu çevrede elde edilen bakır işlenerek boncuk, olta gibi aletler yapılmış. İnsanoğlunun geçmişi açısından bu kadar önemli olmasına karşın Çayönü çok az biliniyor, çok az kişi tarafından ziyaret ediliyor.

 KIRKLARELİ HÖYÜKLERİ (Yaşayan geleneksel Avrupa mimarisi müzesi)

Türkiye’nin Avrupa’da kalan toprakları Eski Çağ’da bölgede yaşayan halkın adıyla isimlendirilir: Trakya. İki önemli özelliğinden biri Türkiye topraklarında ismini binlerce yıl koruyabilen tek bölge olması, diğeri tarih boyunca geçit güzelliği taşıması. Trakya’daki arkeolojik alanlar, Anadolu ile Avrupa’nın zaman içinde ilişkisinin nasıl şekillendiğini göstermesi açısından çok önemli. Hem Avrupa’nın kültür çevrelerinin hem de Anadolu kültür çevrelerinin izlerini taşıyor. Özellikle kuzeyde Istranca Dağları ve çevresindeki yerleşimlerde çok eski geleneklerin izi var. Yapılarda, kerpiç duvarlar yerine ağaçlardan hazırlanan iskeletin sazlarla örülmesi, tahıl sapları ile kaplanıp bazen sıvanması tercih edilmiş. Bu tür organik malzeme ile yapılan binalar kısa sürede yok olmaya mahkum. Bu nedenle Orta ve Güney Anadolu’daki gibi gayet yüksek tepeler şeklinde höyüklere rastlanmıyor. Kazılarda genellikle toprak zemine saplanan ahşap dikmelerin izleri görülebilir. Ocaklar ve diğer malzemeler de evlerin günümüze ulaşan aksamı arasında. Ancak bu mimarinin neye benzediğini canlandırabilmek için Trakya’nın dağlık ve gözden uzak bölgelerinde bugüne kadar yaşayan ağıl, samanlık, depo gibi işlevleri olan yapıları incelemek gerekir.

 İstanbul Üniversitesi Prehistorya Bölümü’nden Prof. Dr. Mehmet Özdoğan, bölgenin arkeolojisi ve günümüze ulaşmış yapım geleneğini inceledi. Örneklerini tespit etti. Şimdi Kırklareli merkezinde kazı yaptığı Kanlıgeçit, Aşağıpınar höyüklerinde, tümülüs alanlarında yaşayan müze oluşturmanın hayalini kuruyor. Bu alanda Trakya’da günümüze ulaşmış ahşap yapı örnekleri sergilenecek. Avrupa’nın geleneksel mimarisinin yaşayan örnekleri sunulacak. Prof. Dr. Özdoğan’ın hayal ettiği müze düzenlemesi eski eserlerin korunması ve fonksiyonlandırılıp geniş kitlelere ulaşabilmesi açısından önemli bir örnek olacak. Ayrıca 2010’da Avrupa’nın kültür başkentleri arasına girmeye hazırlanan İstanbul’un yanı başındaki bu bölge, günübirlik turizm açısından da önem kazanacak.

Elbistan ovasının höyükleri


Elbistan ovasının höyükleri   

Elbistan Ovasının tarihi ve iskân tarihi bakımından önemi üzerinde daima durulmuştur. M.Ö. 4000 itibaren iskân edilmiş olduğunu gösteren Hüyüklerin(Höyük) sayısı az değildir. Bu Hüyükler herhangi bir yapıdan çok belli başlı sitelerin yıkıntıları üzerinde öbeklendiğini gösterir. Ovanın içinde dağılmış bulunan Hüyüklerden büyük bir kısmı bir çay bükündedir. Büklerin üç tarafı su ile çevrili olduğu için toprağı rutubetli ve çayırlı olur. Buraları av hayvanlarına olduğu kadar diğer hayvanlara da önemli yataklardır. Zamanla medeniyetler ilerledikçe bu büklerde birer site(şehir) kuruldu. Başta Hatti ve Hitit(Eti)’ler olmak üzere sonraları da Asurlular, Frigyalılar, Lidyalılar, Medler, Persler, Makedonyalılar, Romalılar, Araplar ve daha sonraki dönemlerde Türk devletlerine (Selçuklar, Danişmentliler, Memluklar, Dulkadırlılar ve Osmanlılara) zamanın en parlak medeniyetlerine ev sahipliği yapmışlardır. Onun içindir ki bu Hüyükler muhteşem tarihi değerleri bünyelerinde saklamaktadır.  Bu ansiklopedik bilgilerden sonra Elbistan Ovası’nın höyüklerini bakalım.

Eski Elbistan Ovasında son araştırmalara göre 21 Höyük tespit edilmiştir, kültür yağmacılığına rağmen varlıklarını sürdürenleri tespit ettik. Bunlardan özellikle Hititler ile Kumagenlerin devrine ait olan Kara- Elbistan  (yani eski Elbistan), İzkaftil (İğde) Kara-Öyük (Karahüyük),Çavlı-Han (Çoğulhan),Tel-Afşin-Tıl-Afşin (höyüklü),Til (Akbayır), Yarbus (Afşin), Hunu (Arıtaş) Lorşun (Altunelma), Tantaris (Tanır), Evzaniye (Ozanöyük-Doğan), Tedevin Höyük  (Arıstıl-Bakraç), Kaşanlı, Malap (Bakış), Sevdilli, kabaağaç ve Celeği (Ekinözü), höyükleri gibi büyük harabeler başta gelmek üzere, birçok küçük höyük ihtiva eden Elbistan Ovasının eski çağda birçok şehir ve kasaba ile süslenmiş olduğu anlaşılmaktadır. Fakat eski çağda bu bölgenin en meşhur ve en büyük şehri, bugün Afşin adı ile teşkil edilen ilçenin merkezi olan Efsus ‘un bulunduğu mevkide enkazı bulunan Arabisus şehri idi. Diğer höyüklerin üzerinde de bir takım köycük ve kasabacıklar bulunmaktadır.

Elbistan sınırları içindeki tarihi Hüyüklerden bazılarını tanıyalım

KARAHÖYÜK:  Elbistan yöresinde ciddi anlamda ilk ve son kazılar Karahöyük’te yapılmıştır. Bundan başka bölgede çalışma yapılmadığından maalesef bölgenin ilkçağ tarihi yeteri kadar aydınlanmamıştır. Karahöyük, Elbistan’ın 10 km. kuzeybatısında olup, 500 metre uzunluğunda,300 metre genişliğinde ve 22 metre yüksekliğindedir. Hurman çayı kenarında bulunmaktadır.

 Elbistan’ın Karahüyük köyünde Prof. Dr. Tahsin Özgüç ve Prof. Dr.Nimet Özgüç’ün kazılarında Hitit katmanları üstünde Roma yapıları bulunmuştur. Roma Dönemi’nde höyükte yoğun yerleşme olduğu saptanmıştır. M.S. I.ve III yy’lardan kemikler çoktur. Höyüğe ve Hurman’a eğemen sırtlarda da gömütler bulunmuştur. Geç Hitit Dönemi’ne ilişkin dört yapı katı vardır. Üstedeki iki yapı katının evleri altakilerine göre daha sağlamdır. Evler, taş temel üstüne kerpiçten iki-üç hatta dört odalıdır. Ölüler döşemenin altına hocker biçimde (ceninin ana karnındaki yatış biçimi) gömülmüştür. Evlerde at nalı ve daire biçiminde ocaklar vardır. Seramikler boyalı ve boyasız türdendir. Son iki yapı katında açık sarı, ak üstüne geometrik bezekler yapılmıştır. Doğa betimleriyle mitolojik sahneler azdır. Frigler’in geç dönemiyle çağdaş olan bu katta demir gereçler çoğunluktadır. Daha alt katlarda, kahverengi kaplar vardır. Demir gereçler azdır. Ancak bu tek renkli seramik de, sonradan ortaya çıkan boyalılarla birlikte kullanılmıştır. 300 Hitit hiyeroglifli yazıt, kazının önemli buluntularındandır. Büyük ve yassı tabanın ortasında ki yuvaya geçirilmiş durumdadır. Tabanın yakınındaki kurban yalağı ile birlikte bulunmuş olan anıt, yapılardan uzaktadır. Bu anıtın bulunduğu yerin kutsal sanıldığını göstermektedir. Anıtın tabanı kaldırıldıktan sonra Hitit İmparatorluk Dönemi’ne ilişkin yapılar ortaya çıkarılmıştır. Bu dönemden üç odalı bir ev, kaldırım ve küçük buluntular ele geçmiştir. Koç biçimli ritop(kutsal içki kabı) süs gereçleri, hayvan heykelcikleri, hiyeroglifli, hiyeroglifsiz mühürler başlıca buluntulardır. Yapı katı bulunmayan Eski Hitit Çağı’na ilişkin buluntular ise seramik ve çeşitli kabartmalardan oluşmaktadır. Ayrıca bu hüyük (Elbistan Karahöyük), Asur ticaret kolonileri çağında (M.Ö. 500) yıllarında Malatya’ya giden yol üstünde önemli bir merkezdi.

İZKAFTİL HÖYÜĞÜ: Elbistan’ın güneybatısında, Elbistan’dan Maraş’a giden yolun yakınında, kayalık üzerinde 16 m yüksekliğinde, 180 x 110 m çapında oval biçimli bir tepedir. Üzeri yuvarlaktır. İğde Köyü’nün 2 km doğusundadır. Höyüğe yakınındaki köyden dolayı İğde (İzkaftil) ismi verilmiştir. 1962 yılında yapılan toplamada, doğu malı ve lekeli banyo astarlı malı çanak çömlek parçaları arkeolog G.H. Brown tarafından tespit edilerek tanımlanmıştır.

(Til-i Kebir Hüyüğü) Büyük Til Höyüğü’nün Kasaba girişinden görüntüsü

Büyük Til Höyüğü (Kasaba içinde )

Küçük Til Höyüğü (Kasaba dışında resim 2001yılı)

TİL-İ KEBİR HÖYÜĞÜ: Akbayır kasabasında bulunan bir höyüktür. Burada da ciddi oranda kazı yapılmamıştır. Bunun yanı sıra Türkiye’de arkeologlar tarafından en çok bilinen höyüklerden biridir.

EVZANİYE HÖYÜĞÜ: Doğan Kasabasında, eski tarihi höyüktür,  Kalkolitik ve İlk Tunç Çağı’nda yerleşilmiş olan höyüğün tepesi tıraşlanmış. Tüm etekleri düzlenmiş ve kuzeyine evler yapılmış. Güneyinde de yoğun kaçak kazı çukurları bulunuyor. Belediye ise, yeni köy yolunu höyüğü keserek açmış.

GAVURÖREN HÖYÜĞÜ: Türkveren köyünün üst kısmında bulunan tarihi bir höyüktür. Arkeolojik değerde bir çalışma yapılmamıştır. Fakat kültür talancıları tarafından yağmalanmıştır. Büyük bir ihtimalle İTÇ(İlk Tunç Çağ) döneme ait olduğu sanılmaktadır.

MALAP HÖYÜĞÜ: Bakış Kasabasının bulunan tarihi bir höyüktür. Bu höyükte de bir çalışma yapılmamıştır. Höyük Hitit dönemlerine ait olduğu tahmin edilmektedir.

SEVDİLLİ HÖYÜĞÜ: Sevdilli Köyünün üst kısmında bulunan höyük, geçmişi Hititler dönemine kadar uzanmaktadır, bu höyükten şimdi Kahramanmaraş Müzesi’nde bulunan Maraş Hitit Arslanı denilen heykel burada bulunmuştur. (M.Ö. 800 – 900)  Hititler dönemine ait olduğu bilinmektedir. Höyük İTÇ(İlk Tunç Çağ) dönemine tarihlenmektedir.

KARAELBİSTAN HÖYÜĞÜ: Elbistan İlçesi’nin yaklaşık 5 km doğusunda, eski köyün kuzey kesimindedir. 6 m yüksekliğinde yayvan görünümlü bir tepe olan höyük günümüzde köyün mezarları ile kaplıdır. Höyüğün esas yerleşiminin İTÇ olduğu bu döneme tarihlenebilecek çanak çömlek parçalarının çokluğundan anlaşılmaktadır. 1962 yılında yapılan toplamada 70 x 100 metrelik bir alandan Siyah ağızlı mal, Ozan Höyük malı, Lekeli banyo astarlı mal, Kapadokya benzeri ya da taklidi malından parçalar bulunmuştur. Amik Ovası höyüklerinde var olan Basit yalın maldan parçalar da az sayıda vardır.

Aktil Köy (K.Maraş/Elbistan) Kahramanmaraş il sınırları içinde, Elbistan’ın kuzeydoğusundaki bu höyük 1947 yılında A. Dönmez ile W. Brice yönetimindeki ekip tarafından saptanmıştır. Höyükte, Amik Ovası E-F evreleri benzeri, koyu renk açkılı mal ile mat ve kaba açkısız maldan parçalar bulunmuştur. Tahminen Son Kalkolitik Çağ’a konabilir. Kesin sonuçlara varılabilmesi için tekrar araştırma yapılması gereklidir, 7000 yıl öncesine ait bir Kalkolitik Çağ höyüğünün üzerine iki katlı modern bir ev yapılmış. Höyüğün yamaçları ve etekleri ise köyün -şimdi harabe haline gelmiş- eski evleriyle dolu.

MARABA HÖYÜĞÜ

RAKIM 1230

Bu höyük zaman içerisinde tarla haline getirilmiştir.

 Tarihi değerlerimiz yalnızca turizm değerleri düşünülerek gündeme getirilmemelidir.  Kültürel emanetlerin korunmasına ilişkin, ilgili birimler arasında koordinasyon sağlanmalıdır.
Toprak altından çıkan ve toprak üstünde bulunan eski uygarlıklara ait kalıntılar, “kültür mirası” kavramı ile üzerinde sonsuz tasarruf yetkisine sahip olunan bir “mal” haline gelmesine neden olmaktadır. Bunun yerine bu kültür değerleri, gelecek nesillere korunarak aktarılması için kültür ve tabiat varlıkları olarak anılmalı ve “emanet” olarak benimsenmelidir.

Değerli Taşlar


Değerli Taşlar
Citrine

değerli taşlar
Doğadaki değerli taşlar arasında sarı renge sahip olanlar daha ender bulunurlar. Kuvars ailesinin bir üyesi olan sitrin, bu taşlar arasında ilk sırada yer alır. Safir, topaz ve elmas da sarı renge sahiptirler ancak sitrin kadar sarı tonlarının çeşitliliğini bünyelerinde barındırmazlar. 18. yüzyılda; ametist ve dumanlı kuvars kristallerinin 470 ila 560 derece ısıtılınca da sarı renge ulaştığı keşfedilmiştir. Son ikiyüz yıldır dünya piyasalarındaki sitrinin büyük bir çoğunluğu bu şekilde elde ediliyor. Ancak eğitimli bir göz, doğal sitrin ile ısıtılarak elde edilmiş kuvars kristali arasındaki farkı görebilir. Doğal sitrindeki bulutsu yapıya nazaran ısıtılarak elde edilen sitrinde çizgisel bağlar gözlemlenir.

Yakut

değerli taşlar
Hindistan’da değerli taşların efendisi olarak kabul edilen yakut elmastan sonra gelen en değerli taştır. Yakut, erime noktası 2050 °C olan değerli bir taştır. Kırmızının çeşitli tonlarında olabilmektedir. Yakuta kırmızı rengini veren içindeki krom elementidir. Yakutun sertliği 9.0′dır. Elmas’tan sonra en sert taştır. Güzelliği ve sertliğiyle değerli taşlardan biri olan yakuta Hindistan’da ‘Değerli Taşların Efendisi’ adı verilmiştir. Amerika ve Avrupa’da çıkarılır. Hindistan ve Güneydoğu Asya Yakut’un anavatanıdır.
Evliliklerin 15. ve 40. yıldönümlerini simgeleyen Yakut taşının keşfi 2500 yıl öncesine uzanır. Bugün özellikle Burma, Tayland, Kenya, Tanzanya, Hindistan, Sri Lanka, Avustralya, Kamboçya, Afganistan, Pakistan ve Birleşik Devletler’de bulunmaktadır. Eski Hint geleneğinde taşların şahı olarak nitelenen yakut taşı, tarih boyunca en kıymetli taşlardan biri olmuştur. Bu taş özellikle içinde taşıdığına inanılan ateşli aydınlığıyla bir çok kesimin ilgisini üzerinde toplamış. Bu yönüyle yakut taşı, sonsuz aşkın önde giden sembollerinden olmuş. Sol ele takıldığında iyi talih getireceğine inanılan Yakut taşı, elmastan sonra en çok tercih edilen nişan yüzüğü taşları arasında da başı çekmiş.
Latincedeki ‘ruber’ kelimesinden ismini alan yakut taşı (ruby) kırmızı anlamına gelmektedir. Bu taşın içinde corondrum maddesi bulunduğunda ise, taş safir adını alıp renk değiştirmektedir. Kırmızı olduğu zaman ise yakut olarak kalır. Ancak bu durum dahi yakutun da sadece tek bir kırmızısı olduğu anlamını taşımıyor. Her ne kadar en değerli rengi kırmızı olsa bile, portakal renginden mora kaçan nice kırmızı tonu, yakutun içerdiği renkler arasında geliyor. Zamana dayanırlıkta sadece elmasla boy ölçüşemeyecek kadar dayanıklı olduğu bilinen yakut taşı, aslında kendi yumuşak tarafı da olan bir maden. İnanışa göre bir müzede veya mücevhercide bu taşın varlığını kaale almamak, onu es geçmek veya görmezlikten gelmek, garip biçimde taşın donuklaşmasına, sönmesine yol açabiliyor.
Yakut taşı geçmişte seçkinlerin kendilerini kötülükten koruyabilmek üzere taktıkları bir maden olmuştur. Ortalıktaki tehdidin yüksekliği, inanışa göre bu taşın karanlık kırmızılığını da körükleyen bir unsur olarak değerlendirilmiş. Söz konusu tehdit ortadan kalkınca ise taşın yeniden parıldadığına inanılmış. Bunun dışında yakut taşının kendine has bir hırsız önleyici yüzü olduğuna da inanılmış. Buna göre yakut taşı iyi niyetlerle ele geçirildiğinde, yeni sahibine de iyilik getirir, eğer hırs ve kötülükle edinilirse, onu ele geçirene kök söktürebilirmiş.
Yakutun kan dolaşımını canlandırıcı etkisi, bağışıklık sistemini güçlendirici etkisi olduğu gibi kişiyi sınırlamalarından kurtardığına, kendinden fazla diğer insanları düşünmesine yol açtığına inanılır. Ruhsal gelişme, cesaret, liderlik, mutluluk duygularını arttırdığı da düşünülür.

Safir

değerli taşlar
Dünyanın en değerli taşlarından safir her çeşit renkten; maviden siyaha ve bütün renk skalasına sahiptir. Safir (Gökyakut), alüminyum oksitin (Al2O3) kristal formudur. Sertliği Mohs sertlik skalasına göre 9′dur ve elmastan sonra gelir. Safir korindon mineralleri ailesine üyedir. Her çeşit renkten; maviden siyaha ve bütün renk skalasına sahiptir. Rengi, özünde barındırdığı Safir kristali elementine göre değişir. Mesela Titanyum gibi bir element varsa kristal mavi yansıma verir, bundan dolayı rengi mavi olur. Bundan dolayı safir renk skalasında sınır yoktur. Rengin doygunluğu barındırdığı minerale bağlıdır. Birçok kez minarelerle kombinasyon yapılmış ve aynı rengin değişik doygunluk ve görünüşteki farklılıklarla sonuçlanmıştır.
değerli taşlar
Safir mavi, pembe, sarı, renksiz, siyah, beyaz, portakal ve kahverengi olarak karşınıza çıkabilir. Tüm safirler içinde birbirine tıpatıp benzeyen iki safir yoktur. Berraklığını ve parlamasını arttırabilmek, piyasadaki değerini yükseltmek için safirlere genellikle birçok müdahale ve hatta ısıl işlemler yapılır. Mavi safirin kendisi dahi çeşitli renklerdedir. İnce bir maviden derin deniz mavisine kadar… Yeşil ve sarı ile kombinasyon yapılırsa harika tasarımlar ortaya çıkar. Mavi safir en popüler olanı ve en çok satılanıdır. Pembe safir ise mücevher tasarımcılarının favorisidir.
Eski zamanlardan bu yana mücevherlerde kullanılmış, hanedanlık taşı olarak kabul edilmiştir. Krallar taçlarında, broşlarında ve evlilik yüzüklerinde bu taşı kullanmıştır. Safir tarih boyunca, kralların ve hanedanların taşı olmuştur. Eski Mısır’da safirin tanrı Horus’un gözü olduğuna inanılırdı. Eski İran’lılar ise Yunan tehtidine karşı korunmak için üzerlerinde safir taşırlardı. Ortaçağ Avrupası’nda papazlar safirli mücevherler giyer, bu mücevherlerin kötü ve zararlı güçleri yok edeceğini düşünürlerdi. Tüm bunların ötesinde, safir ile ilgili şöyle bir eski inanış mevcuttur; Safir, yapısı gereği bir panzehirdir ve örneğin safirle zehirli bir yılan aynı kaba konduğunda, taştaki ışınların panzehir etkisi yılanı öldürecektir
Safir, doğal yollardan bulunabilen en zor taştır. madenleri büyük çoğunlukla Sri Lanka’da bulunurlar. Sri Lanka’da çok eski zamanlarda bulunmuş ve o günden bugüne kaliteli Safirin adresi olarak kabul edilmiştir. Bir tip safir vardır ki sadece Sri Lanka’ya özeldir; pembemsidir ve lotus çiçeğini andırır. Sri Lanka dünyanın en büyük cevher taşlarının üretimini yapan yerdir.
En değerli ve ünlü safirler ise Hindistan’dan çıkmışlardır. En iyi mavi safirler; Burma, Sri Lanka ve Hindistan’da çıkarılmaktadır. Tayland, Avustralya ve Nijerya kaynaklı safirler koyu mavidir. Neredeyse siyahmış izlenimi verirler. Bunlara “gece mavisi safirler” de denilmektedir. ABD’de üretilen safirlerde ise çekici, metalik mavi bir ton ağır basmaktadır. Bunlar dışında Kamboçya, Brezilya, Madagaskar, Kenya, Malawi ve Kolombiya diğer safir kaynaklarıdır.
Dünyanın en pahalı ve değerli taşları arasında bulunan safirler, sert ısılara dayanıklı ve muhteşem mavi renkte ve beyaz damarlı olurlar. Dünya yüzünde en değerli ve ünlü Safirler Hindistan’dan çıkmışlardır. Bugün bilinen en büyük Safir, 563 kıratlık Hindistan Yıldızıdır ve New York Doğal Tarih Müzesinde teşhir edilmektedir. 330 kıratlık olan bir diğer Safir ise Asyanın Yıldızı adlı taştır ve Washington DC’de sergilenmektedir. Kalp ve böbrekleri kuvvetlendirir ve tüm salgı bezlerini harekete geçirici özelliği vardır. Psişik yetenekleri arttırır ve sezgi gücünü güçlendirir. Bundan dolayı yaratıcı ifadenin gelişmesinde büyük rol oynar. Karışıklığın ortadan kalkmasına neden olup kozmik farkındalığı arttırır.
Safir taşı için kalp ve böbrekleri kuvvetlendirdiği, vücuttaki tüm salgı bezlerini harekete geçirici özelliği bulunduğu söylenir. Psikolojik olarak ise; inancı güçlendirerek kişiye güven verdiğine, şefkat duygusu vererek ruhsal duyarlılığını artığına, özgürlük hissi verdiğine, sezgiyi kuvvetlendirip konsantrasyonu artırdığına inanılır. Aşkta bağlılığı sağladığı ve yanlış davranışları engellediğine inanılır.
değerli taşlar
Safir çok nadir hatta elmastan bile daha nadir bulunur. Doğal olarak piyasada fiyatı da yüksektir. İşlem görmemiş iyi kalitede bir safire yatırım yapmak güvenlidir. Kolye, küpe, yüzük dışında bilekliklerde, kemer ve aksesuvarlarda olmak üzere birçok şeyde kullanılabilri. Safir bir mücevher set, neredeyse pırlanta bir set kadar pahalı olabilir ancak unutulmamalıdır ki ödeyeceğiniz bedel ile çok şık, kaliteli ve nadir bir türe sahip olabilirsiniz.

Zümrüt

değerli taşlar
Doğanın en göz alıcı yeşili, değerli taşlar arasında ayrı bir yere sahip olan zümrüt taşının yeşilidir. En kaliteli yeşile sahip zümrütler bazen elmastan bile daha pahalı olabilmektedir.
Zümrüt, gemolojide (değerli taşlar bilimi) Beril grubunda yer alır. Grubun diğer üyeleri akuamarin, morganit, heliodor, yeşil beril, kırmızı beril (bixbite) ve gosenittir. Beril grubunun temel maddeleri alüminyum ve berilyum silikattır. Taşın kimyasal formülü ‘Be3Al2Si6O18’dir. Kristal simetrisi altıgen prizmadır. Ayrışması yoktur. Özgül ağırlığı 2.63-2.91 arasında değişir. Sert derecesi 7,5-8 (Mohs). Işık kırılma oranı (1.5661.602) ve ışık saçılımı düşüktür.
Zümrütlerin bünyesinde ince çatlaklar veya bazı madde katılımları görülür. Gömülü olan bu yabancı mikroskobik materyaller taşın milyonlarca yıl geriye giden oluşum hikayesini açıklar. Günümüz teknolojisinde elektrospektrometre ile taşların sahteleri gerçeklerinden ayrılabilmekte; aynı zamanda bünyelerindeki yabancı maddeler yardımıyla hangi coğrafyadan çıkarılmış oldukları tahmin edilebilmektedir. Saydam veya yarı saydam olabilen zümrüt, cam parlaklığındadır. Zümrüde yeşil rengini veren krom veya ‘vanadium’dur.
Zümrüt, Avrupa ve Asya`nın eski kültürlerinde, mitlerin ve efsanelerin taşı olmuştur. Antik Yunan`da, “Tanrılar”la “İnsanlar” arasında aracı olan, Hermes`le özdeşleştirilen Zümrüt, bundan dolayı Tanrısal ölçülerin simgesi olmuştur. Zümrüt yeşil renginden dolayı, bitki dünyasının da bir sembolü olarak görülmüş ve yağmur yağdırdığına inanılmıştır. Hükümdar ve soylu aileler, her birinin kendine özgü hikayesi olan, çok büyük ve değerli zümrütlere sahiptiler. Geçmişte Şeytan`ın Cennet`ten kovulurken alnından düşen taşın ve Kutsal Kadeh`teki taşın da Zümrüt olduğu söylenir. Zümrüt`e kimi yerlerde “Koşulsuz Aşk Taşı” da denmektedir ve sevgililerin birbirlerine verebilecekleri en iyi armağan olarak görülür. Kesimi sertliğinden dolayı bir hayli zor olan zümrüt için taş ustaları ayrı bir kesim stili geliştirmişlerdir. Taşın temizliğini, renk özelliklerini ve sağlamlığını destekleyen ‘zümrüt kesim’ en fazla tercih edilen kesim haline gelmiştir. Mayıs ayının doğum taşı olan zümrüt ayrıca evliliğin 20. ve 35. yılları için en uygun hediye olacaktır.
değerli taşlar
Zümrüt sözcüğü Pers kökenli olup daha sonra Yunanca’da kullanılmaya başlanarak ‘smaragdos’ ve ‘smaragdus’ haline gelmiştir. Ortaçağ Avrupa’sında ise ‘esmeralde’ isimleriyle anılıyordu. Günümüzde batı dillerinde ‘emerald’, ‘emeraud’, ‘esmeraldo’ gibi değişik biçimlerde söylenmektedir. Tarihteki ilk zümrüt madenleri eski Mısır’da milattan önce 3000 – 1500 yılları arasında kurulmuştur. Daha sonrasında ise Mısırlılar bu madenler ‘Kleopatra’nın Madenleri’ olarak adlandırılmıştır. 1500’lü yıllara kadar Batılıların zümrüt ihtiyacını karşılayan ana kaynak Mısır’daki madenler olmuştur. Ayrıca Avusturya Habatchal’da (bugünkü Salzburg) Keltlerin ve Romalıların zümrüt madenleri vardı. Ortaçağda Salzburg’un başpiskoposları bu madenleri kendi hesaplarına çalıştırıyordu.
Aztek ve İnca gibi Orta Amerika medeniyetleri de dini ayinlerinin vazgeçilmez bir parçası olarak gördükleri bu taşa özel önem vermişlerdir. Yazılı tarihin başlangıcı ile zümrüt ve insan arasındaki ilişki belgelenmiş ve günümüze kadar ulaşan mucizevi zümrütler insanlığın bu taşa olan ilgisini artırmıştır. ‘Moğol Zümrüt’ü’ olarak anılan taş bu konudaki en güzel örneklerdendir. 17. yüzyılda Hindistan’da yaşayan bir rahibe ait bu 217 karatlık taşın bir yüzünde çiçek desenleri diğer yüzünde ise dini figürler kazınmıştır. Birçok kültür bu taşın iyileştirici özellikleri olduğuna inanmış ve tedavi amacıyla da kullanmıştır. Çağlar boyu, zümrüde birçok gizemli özellik atfedilmiştir. Takıldığında insanları sara hastalığına karşı koruduğu, dizanteriyi iyileştirdiği, kadınların kolay doğum yapmasını sağladığı, kötü ruhları kovduğu, taşıyanın iffetini korumasına yardım ettiği… gibi. Yeşil renginin gözlere iyi geldiği kabul edilmiştir. Diğer bir inanışa göre de üzerinde zümrüt taşıyan kişi cinayet işlerse bu taş kendiliğinden parçalanır.
Yeşil her sene tekrarlayan baharın ve hayatın rengidir. Ayrıca güzellik ve daimi aşkların rengi olarak da algılanmıştır. Eski Roma’da yeşil aşk ve güzelliğin tanrıçası Venüs’ün rengidir. Bu rengi kutsallaştıran bir kültür de İslam inanışıdır. Birçok İslam devleti bayraklarında bu rengi kullanmıştır. Bazı İslam ülkelerinde Zümrüt`ün var olan koruyucu tılsım gücünü, bazı ayetler okunarak daha da güçlendirildiğine de rastlanmıştır. İslam ülkelerindeki bu inancın aksine Hristiyan Kilisesi yeşil renkten pek hoşlanmamış ve Zümrüt`ü Şeytan`ın Taşı olarak görmüştür. Ancak unutulmamalıdır ki, Ezoterizm`de de yeşil, bilgeliğin ve bilginin de sembolü olarak nitelendirilmiştir. Zümrütteki yeşilin özelliği ise; doğada bulunan bütün yeşil tonlarını içermesidir. Işığa bağlı olarak en açık yeşilden en koyu olanına kadar tüm yeşil yelpazesine sahip tek taştır.
En saf zümrütler Kolombiya’dan
Dünyada zümrüt üretiminin önde gelen ülkesi Kolombiya’dır. Ülkede yer alan 150 yakın maden dünya ihtiyacının yarısından fazlasını karşılar. Ayrıca yeryüzündeki en saf zümrütler de bu ülkeden çıkarılır. Bunun dışında Zambiya, Zimbabve, Madagaskar, Pakistan, Hindistan, Afganistan ve Rusya’da da zümrüt yatakları işletilmektedir. Bu ülkeler arasında Zambiya zümrütleri diğerlerinden derin yeşil renkleri ve ışığı geçirgenlikleri ile kalite açısından ayrılır.
Yeni dünyanın 1492’de keşfinden sonra İspanyollar 16. yüzyılın başlarından itibaren Güney Amerika’nın bütün doğal kaynakları gibi zümrüt madenlerini de yağmaladılar. Kumandan Pizzaro 1533 yılında sadece bir seferde dört büyük sandık dolusu zümrütü İspanya’ya gönderdi. Kolombiya’da Muzo ve Chivor zümrüt yataklarını keşfeden İspanyolların Avrupa’ya getirdikleri zümrütler, o güne kadar eski dünyanın tanıdığı zümrütlerden çok daha büyük ve kaliteliydi. Ayrıca Avrupa’nın birçok bölgesinde, Batı Pakistan ve Hindistan’ın bazı bölgelerinde, Rodezya, Brezilya ve Urallar’da zümrüt madenleri bulunmaktadır. Osmanlılar ve Mughallar da özellikle 17. yüzyıl başlarından itibaren Avrupalılardan Kolombiya kökenli zümrütler ithal etmişlerdir.
değerli taşlar
Zümrüt çok pahalı olduğu için eski çağlardan beri yapay olarak elde edilmeye çalışılmıştır. Roma döneminde cam taklitleri üretilmiştir. Yapay zümrüt denemeleri ancak II. Dünya Savaşının hemen öncesinde başarıya ulaşmış ve Almanya’da zümrüt sentezine ilişkin bir patent alınmıştır. 1946’da Amerika Birleşik Devletleri’nde sulu çözeltiden yüksek basınç ve sıcaklık koşullarında oldukça kaliteli zümrütler üretilmiştir. Bu koşullarda gelişen kristaller doğal örneklere çok benzemekte, onların rengine, görünümüne oldukça yaklaşmaktadır. Yapay zümrüt mor ötesi ışık altında koyu kırmızı renkli flor ışıma özelliği gösterir. Doğal zümrüdün ise böyle bir özelliği yoktur.
Ustaca yapılmış bir kesim, zümrüdün kusurlarının görünmesini en aza indirir ve taşın rengini en iyi şekilde ortaya çıkarır. Hemen hemen bütün dünyada yaygın olan kesim basamaklı-step-cut veya trap-cut denilen-kesimdir. Daha sonradan bu tarz kesimli diğer taşlara da zümrüt kesim (emerald-cut) adı verilmiştir. Karışık (mixed-cut) veya pırlanta kesimler de zaman zaman moda olmakla birlikte, taşa camsı bir görünüm verdiği için yüksek kalitedeki zümrütlerde tercih edilmezler. Düşük kaliteli zümrütlerde kabaşon kesim daha yaygındır.
Hindistan’ın Rusya veya Transvaal’dan ithal ettiği düşük kalitedeki zümrütler kabaşon veya boncuk şeklinde kullanılır. Bazı zümrütlerin yağ içinde kaynatılarak uygun renge sahip olmalarının sağlandığı görülür. Bu şekilde işlem görmüş zümrütlerde zamanla lekeler ve benekler ortaya çıkar. Herhangi bir şüphe durumunda en iyi yöntem; taşı bir süre sıcak alkolde bırakmaktır. Sahte materyal çözünürken taşın gerçek rengi kendini gösterecektir.

Topaz

değerli taşlar
Mücevher dünyasının değerli taşları arasında yer alan topaz, rengi ve ışıltısıyla olduğu kadar kendisine yüklenen manevi anlamlarıyla da tercih edilen taşlar arasında yer alıyor. Çeşitli renkleri bulunan topaz taşının en yaygın kullanılan renklerinden biri mavidir. Şeffaf ya da yarı şeffaf olabilen topaz, pırlanta, altın ya da gümüşle sıkça kullanılıyor. En kudretli taşlardan biri olarak bilinen topaz taşının manevi anlamda bolluk getireceği düşünülüp “Bereket Taşı” olarak da anılmıştır.
Yaygın inanışa göre; göz hastalıklarına, salgınlara ve veba hastalıklarına, korku yenmeye iyi gelir. Kişinin sanatsal yönlerini açığa çıkarır, zihni sakinleştirir, bedeni gevşetir. Düşünce yeteneğini arttırır, düşünceyi odaklaştırmada yararlıdır. Diş ve boyun ağrılarında tesirli, lenf sistemini güçlendirir. Topaz, aslan, başak, ikizler, oğlak, yay ve yengeç burcunun enerji taşıdır. Ortaçağ’da nazardan korunmak için altın bileziğe takılmış olarak sol kolda taşınırdı. “Aşk Taşı” da denilen topazın, iki aşık arasına girebilecek bir soğukluktan koruduğuna da inanılır.
Mücevher ve takıda sıkça karşımıza çıkan topazın, mavi, pembe ve smoky renkleri daha fazla tercih edilmektedir. Mavinin tonlarında ise swiss blue topaz; sky ve london blue tercih edilen renkler arasındadır.

Büyük Trakya Hazinesi


Büyük Trakya Hazinesi
Bulgar arkeologlar, başkent Sofya’nın 300 km doğusundaki Zlatinitsa’da yaptıkları kazılarda, eski Trakya medeniyetine ait mezarlarda 2400 yıllık altın hazine buldular. Hazinenin parçaları arasında bu altından defne tacı gibi çok sayıda paha biçilmez eser bulunuyor.
Trakyalılar M.Ö 4000 yıllarından M.S 8. yüzyıla kadar, bugünkü Bulgaristan, Yunanistan, Romanya, Makedonya ve Türkiye topraklarının bulunduğu bölgede yaşıyordu. Bu tarihte bölgeyi işgal eden Slavlar tarafından asimile edildiler.


Bulgaristan’ın kuzeyinde kadim Trak kavminden kalan bir mezarı inceleyen arkeologlar 2 bin 400 yıllık olduğu tahmin edilen paha biçilmez eserleri gün ışığına çıkardı.

Tarihte ‘Getae’ diye bilinen, başkent Sofya’nın 400 kilometre kuzeydoğusundaki Sveştari köyü yakınlarında bulunan hazinede, altından mücevherler, süslü at koşum takımları, aslan kabartmalarıyla süslü altın bir taç, dört bileklik ve bir yüzük bulundu. Araştırma ekibinin başında bulunan arkeolog Diana Gergova bulguların Büyük İskender’e dayandığını savunarak, “Babası 2’nci Philip’in cenazesinde kullanılan altın eşyayla buradaki bulgular tıpatıp aynı” dedi.
Traklar, bugünkü Bulgaristan, Yunanistan, Romanya, Makedonya ve Türkiye’nin bazı kısımlarında MÖ 4000 ile 7’nci yüzyıl arasında yaşamıştı.

Define Yönetmeliği


Define Yönetmeliği

    Kültür ve Turizm Bakanlığı:

    Yayımlandığı Resmi Gazete Tarihi: 27/01/1984

    Yayımlandığı Resmi Gazete Sayısı: 18294

    Amaç

    Madde 1 : Bu yönetmeliğin amacı; 2863 sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu’nda belirtilen yerler dışında define aramalarında uyulacak esasları belirlemektedir.

    Kapsam

    Madde 2 : Bu yönetmelik; define arama ruhsatının verilmesine, define arayıcıdan istenecek belgelere, aramanın nasıl yapılacağına ve çıkan defineden arayıcıya tanınacak haklara ilişkin hükümleri kapsar.

    Dayanak

    Madde 3 : Bu Yönetmelik 2863 sayılı Kanunun 6 ve 50. maddeleriyle, Medeni Kanunun 696 ve 697. maddeleri uyarınca hazırlanmıştır.

    Kısaltmalar

    Madde 4 : Bu yönetmelikte geçen:

    “Bakanlık”; Kültür ve Turizm Bakanlığını,

    “Müze”; Eski Eserler ve Müzeler Genel Müdürlüğüne bağlı Müzeleri, İfade eder.

    Müracaat

    Madde 5 : Define aramak isteyenler, define arayacakları yerin bağlı olduğu mülki amire bir dilekçe ile müracaat ederler.

    Madde 6 : Dilekçede arama maksadı açıkça belirtilir ve define aranacak yerin il, ilçe, bucak, köy, mahalle, sokak ve ev numarası bildirilir. Ayrıca bu yerin ekili, dikili, meskun, gayrimeskun, tapulu ve tapusuz olup olmadığı ve kime ait bulunduğu açıklanır.

    Madde 7 : Müracaat dilekçesine;

    a) Define aranacak sahanın yetkili teknik elemana çizdirilmiş, İl Bayındırlık Müdürlüğünce tasdikli, 1/500 ölçekli tesviye münhanili haritası veya krokisi,

    b) Krokisi çıkarılamayacak ev ve bunun gibi yerler için ise ada, parsel ve çap numarasını belirten vaziyet planı,

    c) Uzaktan ve yakından olmak üzere çeşitli yönlerden çekilmiş net fotoğrafları,

    d) Define aranacak yer sahipli ise, gerçek kişilerden noterden tasdikli muvafakatname, tüzelkişilerden de yetkili organlarından alınacak muvafakat yazısı, eklenir.

    Madde 8 : Define aranacak yer 100 m

    yi geçemez. Bu yer verilecek fotoğraflarla harita veya krokiler üzerinde işaretlenir.

    Madde 9 : Mülki amir, define aranacak yerin 2863 sayılı Kanunun 6. maddesinde belirtilen yerler ile tesbit edilen sit alanları ve mezarlıklar içinde olup olmadığını, define aranmasında sakınca bulunup bulunmadığını, en yakın müze müdürlüğüne tespit ettirir.

    Madde 10 : Müze Müdürlüğünce, müracaat uygun bulunduğu takdirde define arama ruhsatı verilir. Ruhsatname bir yıl sürelidir. Define araması aralıksız en çok bir aya devam eder. Hava muhalefeti veya tabii afetlerden dolayı bu süre içinde bitirilemezse bir defaya mahsus olmak üzere mülki amirce en çok bir ay daha uzatılabilir.

    Madde 11 : Define araması, define aranacak yere en yakın müzeden görevlendirilecek ihtisas elemanı başkanlığında, Maliye ve Gümrük ve İçişleri Bakanlıklarının mahalli birer temsilcisi gözetiminde yapılır.

    Diğer Hükümler

    Madde 12 : Define aranacak yeri incelemeye gidecek müze ihtisas elemanı ile, aramada bulunacak ihtisas elemanı, Maliye ve Gümrük ve İçişleri Bakanlıkları temsilcilerinin yol masrafları ve birinci derece devlet memuru harcırahı üzerinden yevmiyeleri define arayıcısı tarafından ödenir. Bu yevmiyeler günlük zorunlu giderleri karşılamadığı takdirde, aradaki fark yevmiyelerin %50′sini geçmemek şartıyla define arayıcısı tarafından ayrıca ödenir.

    Madde 13 : Define aramasından doğacak zarar ziyan ve kazı yapılan yerin eski haline getirilmesi ile ilgili masraflar define arayıcısına aittir. Bu masrafların tahmini tutarı ilgili müze müdürlüğünce tesbit edilir.

    Madde 14 : Define arama yerini incelemeye gidecek müze ihtisas elemanlarının harcırahı önceden 12. ve 13. maddelerde yazılı diğer harcamalar ise arama başlamadan önce arayıcı tarafından bir devlet bankasına müze müdürlüğü adına yatırılır.

    Müze müdürü aramadan önce görevlilere avans öder.

    Hizmetin yerine getirilmesinden sonra görevlilere verecek hakediş belgelerine göre kesen hesap yapılır. Artan para aracıyla teslim edilir.

    Madde 15 : Çalışmalar, görevliler ile arayıcının imzasını taşıyan tutanaklarla günü gününe tesbit edilir. Bu tutanaklar ve arama sonunda tanzim edilecek nihai tutanak Bakanlığa gönderilir.

    Madde 16 : Define aramasının mevzuat hükümlerine göre ilgililerce durdurulması halinde arayıcı hiçbir hak, zarar ve ziyan talebinde bulunamaz.

    Define aramalarında kültür ve tabiat varlığı bulunduğu takdirde arama derhal durdurulur ve durum Bakanlığa bildirilir.

    Arayıcı bulunan kültür ve tabiat varlıkları üzerinde hiç bir hak iddia edemez.

    Madde 17 : Define aramasında çıkan buluntular Bakanlıkça tayin edilecek en az üç kişilik bir uzman heyetine incelettirilir. Elde edilecek buluntular kültür ve tabiat varlığı ise müzelere, define ise Maliye ve Gümrük Bakanlığına teslim edilir.

    Madde 18 : Bulunan definenin Maliye ve Gümrük Bakanlığınca geçer akçe olarak değeri tesbit edilir. Define Hazineye ait arazide bulunmuşsa %50′si aracıya, özel veya tüzelkişilere ait arazide bulunmuşsa, %40′ı aracıya, %10′u ise mülk sahibine verilir.

    Kaldırılan Hükümler

    Madde 19 : 14 Eylül 1973 gün ve 14855 sayılı Resmi Gazetede yayımlanan “Define Araştırılması İle İlgili Yönetmelik” yürürlükten kaldırılmıştır.

    Yürürlük

    Madde 20 : Bu Yönetmelik Resmi Gazetede yayımlandığı tarihte yürürlüğe girer.

    Yürütme

    Madde 21 : Bu Yönetmeliği Kültür ve Turizm Bakanı ve Maliye ve Gümrük Bakanı yürütür

Definede Büyü ve Tılsım İnancı


Definede Büyü ve Tılsım İnancı

Bu güne kadar İslam dini, bu tür bir inancı şiddetle reddetmiş, bu tür inanmaları 10 büyük günah arasında ifade etmiştir. Yine gelişen bilimsel veriler içerisinde kabul görmeyen, yine bilim dünyasında gerçekle, ciddiyetle alakası olmadığından şiddetle reddedilen konulardandır.

Konuya kaynaklar bazında bakalım;
Anadolu kadınlarının (Nazar boncuğu) başlarına taktıkları metal süs eşyasına da tılsım denir. Bağ süslemelerinde kullanılan tılsımın, kişiyi, nazar, iftira ve kötü ruhlardan koruduğuna inanılıyor (İbn Haldun, Mukaddime, çev. Z.K. Ugan Ankara, 1957, 111, 2 vd.). Tılsım gümüş, altın vb. değerli metallerden yapıldığı gibi, bunların taklitlerinden, mücevherlerden, deniz kabuklarından da olabilir. Tılsımın “Manî” inancıyla da ilişkisi bulunmaktadır. Anadolu folklorunda tılsım genellikle büyünün etkisini sağlayan araçları ifade eder. Define vb. gizli şeyleri bulmak, kapalı yerleri açmak için ehlinin bildiği sözlere veya vasıtalara da tılsım denir (Meydan Larousse, XIX, 11508). Bir başka inanış; bulaşıcı hastalıkların tesirini önlemek ve insanlarla hayvanların kötülüklerinden korkmamak için de tılsım yapılır (M.Z. Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri Sözlüğü, 111, 494).

Tılsım, insanları koruduğuna veya uğur getirdiğine inanılan tabiat veya insan eseri olan nesnelerin tamamını içine alır. Tılsımları insanlar bizzat kendileri üzerlerinde taşıyabilecekleri gibi, tesirli olması istenen arazi, dam çatısı, vb. yerlerde de saklayabilirler. İnsan yapısı tılsımlar, daha çok hayvan veya eşyaların küçük modelleriyle, üzerinde dinî yazılar bulunan madalyonlar ve yazılı kâğıtlardan oluşur. Bazı metal ve muskaların tılsım için kullanıldığı da oldukça yaygın uygulamadır.

Batıl inanışa göre tılsımların etkili olabilmesi, tabiattaki bazı güçlerle ilişki kurulmasına ve uğurlu bir zamanda dinî törenle yapılmasına bağlıdır Buna örnek; Antik Yunan ve Roma tapınaklarını gösterebiliriz. Tılsımdan medet ummanın mazisi oldukça eskilere gitmektedir. Papirüslerin incelenmesi Eski Mısır’da 75 kadar tılsımın mevcut olduğunu ortaya çıkarmıştır. Eski Mısır’da “Doğan Güneş” tılsımının, ölümden sonra yeniden dirilmeyi sağladığına inanılmıştır. Yine eski Mısır’da ölüyle birlikte gömülen “Menat” tılsımının, ölüyü tanrısal koruma altına aldığına kesin gözüyle bakılmıştır.

Hıristiyanlık dünyasında da tılsımın çeşitli şekilleriyle kullanıldığı bilinmektedir. Bu kullanım, din adamlarının asırlar süren mücadelelerine rağmen hâlâ tam olarak önlenebilmiş değildir. Hıristiyan halkın birtakım bâtıl inançlarından da kaynaklanan tılsım inancı, sihir, büyük ve efsunla beslenmektedir.

Yahudilikte uygulanan tılsım çeşitleri Hıristiyanlık’tan çok daha yaygındır. Bunun nedeni, geç dönem Kabalacılarının tılsıma büyük ilgi göstermeleridir. Bundan dolayı tılsım hazırlamak hahamların görevleri arasında yer almıştır. Nitekim, loğusaya zarar verdiğine inanılan Lilith’ten korumak için doğum odasına tılsımlı eşyalar asılması, Yahudi toplumlarında hâlâ yaygın bir gelenek olarak varlığını sürdürmektedir (Ana Britannica, XX, 619).

Bazı değişik şekiller göstermekle beraber tılsım hemen her toplumda vardır. Eski Bâbil, Asur ve Persler de tılsım bir teknik olarak uygulanmıştır. İslâm dışındaki bütün bâtıl ve muharref dinlerin tören ve âyinlerinde her zaman tılsımdan izler bulmak mümkündür. Birçok tarihçi ve sosyolog tılsımı, bâtıl ve muharref dinlerin bir parçası gibi ele almıştır. Tılsımla ilgili yazılı tarih öncesi bilgiler noksan olmakla beraber, Yunan ve Mısır papirüslerindeki bilgiler oldukça doyurucudur.

Türk toplumlarında tılsım ve tılsıma benzer uygulamaların mazisi İslâm öncesine kadar uzanır. İslâm’dan sonraki dönemlerde ise eski Iran, Mezopotamya ve Mısır kültürlerinin tesiriyle tılsım az da olsa varlığını sürdürmüştür (Dinler Tarihi Ansiklopedisi, İstanbul, 1976, III, 606). Cahiliye dönemi Araplarında fal okları atmak, çeşitli anlamlara gelen taşlar dikmek, yıldızlara bakarak mana çıkarmak, birtakım kareler içinde harf veya rakamlar yazarak tılsım yapmak oldukça yaygın bir uygulama idi.

Anadolu’da tılsım ve tılsıma benzer uygulamalar, Hıristiyanlık, eski putperest dinler ve komşu kültürlerin tesiriyle âdetâ kurumlaşmış, büyücülükle iç içe yürümüştür.

İslâm tılsım yapılmasını da, tılsıma inanılmasını da yasaklamış, medet umarak onu meslek edinmeyi şiddetle reddetmiştir. Ayrıca İslâm, tılsımın mucize ve keramete benzetilmemesine özen göstermiş, onu müşrik ve kâfirlere özgü bir faaliyet olarak değerlendirmiştir. İslâm’a göre tılsım, Allah’tan gelen bilgilere dayanmaz. Kur’an-ı Kerîm, tılsım ve ona benzer faaliyetleri bâtıl ve şeytan işi saymış (el-Âraf, 7/102), safir sözüyle de büyü ve tılsım yapanları kastetmiştir (el-Âraf, 7/109, 113; et-Tûr, 52/15; el-Hicr, 99/14-15). Hz. Muhammed’e gelen ilâhî vahye inanmayanlar ona sihirbaz, büyücü ve tılsımcı iftirasında bulunmuş ve sözlerini de sihir saymışlardır (el-Müddessir, 74/24).

Hz. Peygamber, yedi büyük günahtan birincisinin Allah’a şirk koşmak olduğunu açıklamış, ikincisi de “sihir ve tılsımla ilgilenmektir” buyurmuştur.

Kur’an-ı Kerîm ve Hadis-i şerif’ler, Allah’ın iradesi dışında hiç bir kimsenin, hiç bir kimseye fayda veya zarar vermeyeceğini defalarca vurgulamış, tılsım yapan kişide olağanüstü bir güç bulunduğuna inanmayı kesinlikle reddetmiştir (el-Mâide, 5/90; Tâhâ, 20/69)

Bizim en büyük kaynağımız Kur’ân-ı Kerim’dir ..

Kaynak:gizlimi.com